Şehrin en çok okunan yayını Ankara Life Dergisi bu sayısında, sanatı yalnızca estetik bir ifade değil, düşünsel bir derinlik olarak da ele alan ressam Ayla Aksoyoğlu’nu sayfalarına taşıyor. Çocuklukta başlayan resim tutkusu, onu yalnızca tuvallere değil, zamanın ruhuna, kültürel belleğe ve felsefi düşünceye uzanan bir yolculuğa çıkardı.
Fransa, Almanya, İngiltere ve İrlanda’da yaşayan dünyaca ünlü filozoflarla bir araya geldi, Jacques Rancière’den Alain Badiou’ya kadar birçok düşünürün portresini canlı canlı çizdi. Bu özel portreler kitaplaştı, sergilendi, belgeselleşmek üzere yola çıktı.
Sanatı sahneyle, sokakla ve felsefeyle buluşturan Ayla Aksoyoğlu ile ilham veren üretim sürecini, sanatın dönüştürücü gücünü ve resmin düşünceyle kurduğu benzersiz diyaloğu konuştuk… Keyifli okumalar dileriz.
Sanat yolculuğunuzun başlangıcına dönersek, sizi resim sanatına çeken itici güç neydi? Bu yolculukta dönüm noktası diyebileceğiniz bir an var mı?
Ressam olmaya karar verdiğimde beş yaşındaydım. Resim bana o zamanlar adeta büyülü gelmişti. O günden beri de kesintisiz resim yapıyorum. Resme nasıl yöneldiğim ise bir sır gibi… Kendimi bildim bileli hep ressam gibi hissettim. Bu tutkum doğrultusunda Gazi Üniversitesi Resim Bölümü’nü bitirdim. Ardından resim öğretmenliği yaparken aynı zamanda aktif olarak ressamlık kariyerimi sürdürdüm. Türkiye’de ve yurt dışında birçok kişisel sergi açtım, bienal ve fuarlara katıldım. Halen canlı resim gösterileri ve performanslar yapıyorum. Sanatseverlerle birebir, canlı ortamda buluşmak benim için çok etkileyici bir deneyim. Özellikle ülkemiz insanlarının bu tür canlı sanat etkinliklerine büyük ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum. Sergilerin dışında sanatla iç içe sosyal sorumluluk projelerinde de yer alıyorum. Örneğin, “Onbinyıllık Hikâye” adlı projem, 35 metre uzunluğunda tek parça bir resimden oluşuyordu. Anadolu tarihini konu alan bu eserim, 1. Başkent Kültür Yolu Festivali’nde solo olarak sergilendi. Ayrıca “Âşık Veysel – Âşığın İlhamıyla” adlı projede ressam olarak yer aldım. Veysel’in türkülerini resimledim ve bu eserler Ankara Devlet Opera ve Balesi sahnesinde sergilendi. Bunların dışında, çöpten toplanan buzdolabı kutuları üzerine yaptığım yaklaşık 50 eserden oluşan farklı bir projem daha var. Sergilerim ise tüm bu çalışmalarla eş zamanlı olarak devam etti. Şu anda aktif olarak “Geçmiş Gelecektir” adlı bir projede yer alıyorum. Bu kapsamda yaşayan Avrupa ve dünya filozofları bana canlı modellik yaptı ve onların portrelerini çizdim.
Yaşayan Filozoflarla yaptığınız “Geçmiş Gelecektir” projenizin kapsamını açıklar mısınız?
“Geçmiş Gelecektir” projemiz, yaşayan Avrupa filozoflarıyla yapılan röportajlara dayanan; kitap, sergi ve belgesel olmak üzere üç aşamalı olarak tasarlandı. Ben bu projeye, röportaj yapılan filozofların portrelerini çizmek üzere davet edildim. Almanya, İngiltere, Fransa ve İrlanda’da bu filozoflarla yüz yüze görüşmeler gerçekleştirdik ve her biriyle yapılan röportajlar sırasında onların portrelerini çalıştım. Bu portreler, röportaj metinleriyle birlikte “Geçmiş Gelecektir” adlı kitapta yer aldı. Kitabımız Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Çizdiğim bu portreler daha sonra “Felsefenin Yüzleri” başlığıyla sergiye dönüştü ve Ankara’daki Alman ve Fransız Kültür Merkezlerinde eş zamanlı olarak sanatseverlerle buluştu. Projenin üçüncü ayağı ise belgesel çalışması. Projeyi tasarlayan Ulaş Bager Aldemir tarafından yönetilecek bu belgesel şu an yapım aşamasında. Editörümüz, hem Almanya’da hem Türkiye’de belgesel için çalışmalarını sürdürüyor. Bu kapsamlı proje yaklaşık üç yıldır devam etmekte.
Farklı coğrafyalardan filozoflarla bir araya gelmek ve onları canlı olarak resmetmek; kültürel, felsefi ve insani birçok boyutu içinde barındırıyor. Bu çok katmanlı etkileşim, sanat anlayışınızı nasıl dönüştürdü?
Görüştüğümüz isimler, felsefenin çok değerli temsilcileriydi. AlainBadiou, JacquesRancière, ÉtienneBalibar, Michael Löwy, Tariq Ali gibi düşünürlerle kendi evlerinde bir araya gelmek, onlarla tanışmak ve röportajlar sırasında canlı olarak portrelerini çizmek benim için olağanüstü bir deneyimdi. Bu filozoflar, 68 Hareketi’nin öncüsü olmuş; bugün hâlâ dünya felsefesi ve siyasetinde etkili olan, J.P. Sartre ve Derrida gibi düşünürlerin öğrencileri… Onlarla yüz yüze gelmek, onları dinlerken aynı anda resmetmek, sanat ve düşünceyi aynı anda yaşamak gibiydi. Gerçeküstü, hatta zaman zaman tarihsel bir yolculuk hissi veren bu süreç, sanat anlayışımı derinleştirdi. Yalnızca bir portre yapmak değil, bir düşünceyi, bir dönemi, bir duruşu tuvale taşımak gibi hissettirdi.
Yalnızca sanat üretmekle kalmayıp aynı zamanda bu projeyi hayata geçirecek yapıyı kurmanız, girişimci yönünüzü de ortaya koyuyor. Sanatçı kimliğinizle girişimci tarafınız arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz?
Aslında ekonomik literatürdeki anlamıyla bir girişimci değilim. Ancak sanatsal anlamda sürekli yeni şeyler arar, planlar ve hayata geçiririm. Hep aynı temalarda çalışmak bana göre değil; farklı anlatım yollarını, yeni ifade biçimlerini keşfetmeyi seviyorum. Genellikle projelere davet yoluyla katılıyorum ve bu projelerin sanatsal, özellikle görsel boyutlarında yer alıyorum. Bu yaklaşım, hem özgürce üretmemi sağlıyor hem de sanatçı kimliğimi koruyarak yaratıcı süreçlere katkı sunmamı mümkün kılıyor.
Sanat dünyasında yer edinmek kadar, kendi özgün yolunu çizebilmek de önemli. Sizin için ‘özgünlük’ ne ifade ediyor ve bu ilkeyi işlerinizde nasıl koruyorsunuz?
Sanatta özgünlük çok şeydir; hatta neredeyse her şeydir. Nasıl ki biri yüzüme baktığında “Bu Ayla” diyorsa, bir başkası da resmime baktığında aynı şekilde “Bu Ayla’nın işi” diyebilmeli. Özgünlük, sanatçının imzası gibidir; sizi diğerlerinden ayıran, anlatım gücünüzü ortaya koyan en temel unsurdur. Ben de üretimlerimde bu farkı korumaya, kendi dilimi sürdürmeye ve sürekli yenileyerek derinleştirmeye özen gösteriyorum.
Yoruma kapalı.